Yazarlar

MEBİT

Otuzbeş

Otuzbeş

Abone Ol

2012-01-02 15:00:00

 Vahşet…

                Savaş vahşettir. Savaşın acıması, savaşın kuralları yoktur. Savaşın masumiyeti olmaz. Savaş yok eder, öldürür, yoksullaştırır, yetim bırakır, dul bırakır, sakat bırakır, süründürür. Savaş parça parça eder, lime lime eder.

                İyi de bu insanlar savaşta öldürülmediler. Ellerinde silah yoktu. Kimseye karışmadılar. Sadece ekmek kavgaları vardı. Ama bu insanlar katledildiler.

                35 can, 35 yürek, 35 umut, 35 ocak, 35 gelecek, 35 soy, 35 ses, 35 dünya yok edildi.

                Hem de en güvenilir olması gereken organları tarafından. Öyle veya böyle, devlet silahıyla öldürüldüler. Devletin askeri onları vurdu.

                Bu nasıl kabul edilebilir? Hangi vicdan bu durum karşısında burkulmaz? Hangi yaş gözde kalabilir? Hangi ses kısılmaz, hangi boyun bükülmez, hangi gök çökmez, hangi yer yarılmaz, hangi gökkuşağı solmaz, hangi yıldız sönmez?..

                En temel görevi, yurttaşlarını iç ve dış tehditlere karşı korumak olan devlet, bundan sonra bu ülkede kime güven verebilir?

                Vahşet…

                Evet kaçakçılık yapıyorlardı. Neden? Çünkü tek geçim kaynakları kaçakçılık. Eğer kaçakçılık yapmak ayıp ise, kötü ise bu ayıp ve bu kötülük, herkesten önce sistemindir. Çürümüş bir sistem, yurttaşlarını çürümeye mahkum eder çünkü.

                Peki neden böyle, gelin yanıtını hep beraber arayalım.

                Cumhuriyet tarihi boyunca devlet bu bölgeye yatırım yapmadı, tesis kurmadı, ekonomik hareketlilik yaratmadı. Devlet yöneticileri olaya, “nasılsa bir gün ayrılacaklar” diye baktılar. Devlet, bu bölge insanını yoksullaştırdı, süründürdü, parçaladı. Bu insanların kendi geçimini sağlayacakları hiçbir hareket alanı bırakmadı. Bu insanlar devletin topraklarında, devlete ait hiçbir çalışma alanı görmedi.

                Tabi yoksullaşan halk, haliyle bilinçlenmedi. Neyi nerede nasıl yapması gerektiğini öğrenemedi. Bu insanları yoksullaştıran devlet, aynı zamanda bu insanları cahilleştirdi. Bu insanların arasına sahte melalar yerleştirdi, zalim aşiret ağaları yerleştirdi. Kendi desteklediği beyler yerleştirdi. Böylece bu insanlar konuşamadılar, isteklerini dile getiremediler, okuyamadılar.

                Devletin bu yaptırımının adı, kendine köleleştirmedir. Devlet, bu insanları kendisine mecbur bıraktı, köleleştirdi.

                Ama bu insanların arasından okuyanlar çıktı, bilinçlenenler çıktı. Bu insanlar zamanla diğer halkları ve bu halkların yaşamlarını öğrendiler. Ve hükümet konağına sarıkla girmek istediler, çarşıda dayak yemeden kendi anadillerinde konuşmak istediler, kendi çocuklarına, anlamını bildikleri bir isim bırakmak istediler. Kendi anadillerinde okumak ve yazmak istediler. Hapisteki çocuklarıyla kendi dillerinde konuşmak istediler. Düğünlerinde özgürce kendi dillerinde eğlenmek, camilerinde kendi dillerinde vaaz dinlemek istediler.

                Çünkü bu insanlar artık dünyayı tanıyorlardı, biliyorlardı.

                Ama bu en insani istekleri için hep bombalandılar, tutuklandılar, sürüldüler, yetim kaldılar, darağacına götürüldüler.

                Oysa istedikleri tek bir şey vardı, kendi anadillerinde yaşamak…

                Neden, neden dünyanın en gaddar yönetimlerinde, en kıytırık ülkelerinde bile insanlara bu hak veriliyorken, Türkiye gibi büyük olması gereken bir ülkede bu, bu kadar sorun oluyor?

                Koca bir ülke nasıl bu kadar küçülebilir?

                Cumhuriyet tarihi boyunca, yanıtını kendilerinin bile bilmedikleri bu soru sorulduğunda, yanıt hep aynı oldu: Bomba…

                Bu insanlar masumdu, yeni doğmuş bir bebek kadar masumdular. Bir anne serçe gibi ekmekleri için çırpınıyorlardı. Bu insanlar savunmasızdılar. Öldürülen binlerce masum ve savunmasız insan gibi.

                Ne istediniz bu insanlardan?

                Geçen gün Van’da çadırda uyuyorken, sabah Saat: 05.00’te bir çığlıkla uyandım. Bu çığlık, o civardaki herkesi uyandırdı ve herkesin yüreğini dağladı. Hemen her gün yanan çadırlarda ölen insanların çığlığı sandık.Alevlerin içinden kendini dışarı atmak isteyen ama cayır cayır yanan ve yanarken çığlık atan insanlarımız…Bu insanlar da sorumsuz yöneticilerin ve kendini bombalamaya konsantre etmiş devletin eseri.

 

                Eğer yöneticilerimizde birazcık vicdan olmuş olsaydı, birkaç hafta bombalamaya ara verip, çadırda yanan ve soğuktan donan insanların hayatlarını kurtarmaya konsantre olurlardı.

Büyüklük hangisi?

                Ama bu çığlık alevlerin içinden yanan ya da soğuktan donan insanlarımın da çığlığı değildi. Bu çığlık bir kedinin çığlığıydı. Ne olmuştu, biliyor musunuz? Kedinin yavrususun kuyruğu, donmuş bir cama yapışmıştı ve yavru kedi kurtulamıyordu. Annesi etrafında çığlık atıyordu. Onu kurtarmak için kendini yerden yere vuruyordu, ama elinden bir şey gelmiyordu. Tek çaresi çığlık atmaktı. Sanki bütün insanların vicdanını göreve çağırıyordu. Sabahın ışıltısını dolduran tok ve ürkütücü bir ses tonuyla “uyanın ey insanlar, yavrum ölüyor!” diyordu sanki.

                Yavru kedinin ve anne kedinin gözleri pırıl pırıldı. Umut doluydu. Geleceğe sesleniyordu.

Gözleri çok güzeldi.

                Sonra çığlıkları dindi. Anne ve yavru kediler, kısık bir sesle, “yardım edin!” diyorlardı. Kısık bir ses. “Bakın diyordu anne kedi, bakın kaçmıyorum da. Zarar verecekseniz bana verin, yeter ki yavrumu kurtarın!”

“Yavrum ölmesin!”

Gözleri ışıl ışıldı.

Çok güzeldi.

Bir şarkı tadındaydı, bir melodi güzelliğinde…

Çok derin anlamı vardı bakışlarının.

Çok derin… Pırıl pırıldı.

Bir ilkbahar esintisi kadar masum ve savunmasız.

Tıpkı Roboski’de katledilen 35 insanın gözleri gibi!   

               

  • Etiketler :
  • Van Haber