2013-02-25 15:00:00
TÜRKİYEDE’Kİ MİLLİYETÇİLİĞİN KISA TARİHÇESİ
BİRBİRİNE KARIŞTIRILAN KAVRAMLAR
Son zamanlarda Türkiye’de milliyetçilik çok ciddi anlamda boy göstermeye başladı. Hatta yer yer ırkçılığa varan uygulamalarla karşı karşıyayız. İktidar partisi ile muhalefet arasında da “milliyetçilik” tartışması hız kesmek bilmiyor. Ama sanırım kelimelerin anlamları tam olarak bilinmiyor. Hatta neredeyse birbirinin zıttı olan kavramlar birbirine karıştırılıyor. Biz de bu kavramların doğru anlamlarını ve nereden geldiklerini paylaşmak istedik.
Önce isterseniz birkaç sözcüğü birbirinden ayıralım.
Bütün insanlar kendi halkını sever. Ayrıca kendi ulusal kültürünü yaşamak ve yaşatmak ister. Bu güdü, bütün insanlarda var olan ve son derece doğal olan bir durumdur. Kişinin, kendi halkının çıkarı kadar, başka halkların çıkarını da gözetmesi, kendi halkına duyduğu saygıyı başka halklara da duyması, bütün halkların özgürlüklerini eşit koşullarda yaşamasını istemesi “yurtseverlik” olarak adlandırılır. Kişinin, kendi ulusunun (milletinin) çıkarlarını, bütün ulusların çıkarlarından üstün görmesi ise, “milliyetçilik” olarak adlandırılır.
Burada iki kavramı birbirinden ayırmak lazım: Halk ve ulus. İki sözcük birbirinden farklıdır. Halk, henüz bağımsızlığını kazanmamış olan kitleler için kullanılır. Ulus ise, bağımsızlığını kazanmış halk kitlesine denir. Örneğin Türkiye"de yaşayan Kürtler, Araplar, Süryaniler birer halk kitlesidir. Ama Türkler uluslaşan bir halktır. Her ulus, aynı zamanda bir halktır; ama her halk ulus değildir. Bu açıdan bakıldığında halklar, sadece yurtsever olabilirler. Yani uluslaşmamış olan bir halkın milliyetçiliğinden söz edilemez.
Milliyetçilik ise, uluslaşmayla ortaya çıkmış bir kavramdır. Bundan dolayı Lenin"in deyimiyle ”halkların milliyetçiliği olmaz.”
Başka bir kavram: Ülkücülük.
Kişinin, kendi ulusunun çıkarlarını gözetlerken, başka ulusların ve halkların çıkarlarını görmezden gelmesi ise “ülkücülük” olarak tanımlanır. Ülkücülük, milliyetçiliğin bir ileri aşamasıdır. Bu kavramın bir ileriki adımı ise “ırkçılık”tır. Kişinin, kendi ulusunun çıkarları uğruna, başka halkların ve ulusların kültürlerini yok sayması da “ırkçılık” olarak tanımlanır. Irkçılığın siyasal teorisi ise Faşizmdir.
Bir siyasal teori olarak faşizm, Türkiye"de hiç görülmedi. Ancak Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte derinleşen “Türkçülük” akımı, ilerleyen yıllarda ırkçılığa varan söylemler savunmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca da “milliyetçilik” adı altında ırkçılık politikasının uygulandığı söylenebilir.
Peki Faşizm nerede ve nasıl ortaya çıktı, Türkiye"ye nasıl sıçradı.
Faşizm, 20. yüzyılda ortaya çıkmış sosyal, ekonomik ve siyasal bir sistemdir. Üç temel ilkeden hareket eder:
1- Irkçılık teorisinden kaynaklanan milliyetçilik, 2- Bütün sosyal ve ekonomik hayata tek başına egemen olan devletçilik, 3- Yayılmak ve tüm dünyaya hakim olmak için savaş. Denilebilir ki faşizmin yaşam felsefesi milliyetçilik, uygulaması devletçilik, dış politikası ise savaştır.
Bir sistem olarak faşizm, 1942-1945 yılları arasında İtalya"nın siyasi rejimi olmuştur. İlk kez bunu uygulayan ise Mussolini’dir. Sonraki yıllarda Almanya’da A.Hitler siyasal rejim olarak uyguladı. Yine Portekiz"de Salazar, Avusturya"da Dofuss, İspanya"da Franko rejimleri için de faşist rejimler diyebiliriz.
Görüldüğü gibi faşizm, aslında Avrupa’da ortaya çıkmış ve gelişmiş olan bir teoridir. On yıllarca batıda hakim olan faşizme karşı doğuda mücadele eden rejim ise Sosyalizm olmuştur. 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuş ve batının ırkçılık politikasını baş düşmanı olarak seçmişti.
Doğu dünyasında büyük bir saygınlığı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda ise çok kültürlülük ve çok kültürlülüğe saygı egemendi. Ancak son zamanlarında, Osmanlı’ya da sıçramış olan milliyetçilik dalgası, belki de bugünün habercisi olmuştur.
Dört milyon metrekarelik Osmanlı topraklarında bir çok halk yaşardı. Ancak yüzünü batıya dönmeye başlayınca Araplar, Türkler, Kürtler birbirine düşman kesilmişlerdi. Bu düşüncenin yaygınlaşmasından sonra, hemen hemen Osmanlı’daki bütün halklar, kendi ırkının üstünlüğünden söz etmeye başlamıştı. Ancak kısa bir zaman içinde, yüzyıllardır birlikte yaşamış halklar tekrar dost olmayı başarmıştı. Yine de yanlış ve beceriksiz bir politikadan dolayı Osmanlı, belki de en son vermesi gereken özelliğini, ırkçılık politikasını Türkiye Cumhuriyeti"ne miras olarak bıraktı.
Türkçülük akımının çok yaygın olduğu 1910’larda ırkçılık, Osmanlı aydınları tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştı. Sonraki zamanlarda, bütün medeniyetlerin aslında Türk medeniyetinden çıktığı savunuldu. Bütün insanlığın kaynağının Orta Asya olduğu ileri sürüldü. Hatta “Güneş Dil Teorisi” ile, bütün dillerin Türkçe’den türediği düşüncesi savunuldu. Türk soyundan gelmeyen bütün ırklar hor görüldü, dışlandı ve yok edilmeye çalışıldı. Bu düşüncenin adı ise Turancılık’tır.
Kurtuluş Savaşı"nda, Türklerle birlikte diğer halklar da mücadele etti. Yaşadıkları topraklar için canını verenler, Türkler kadar Kürtler’dir de. Cumhuriyet, Kürtler"in kanlarıyla da kuruldu. Ancak Cumhuriyet"in ilerleyen yıllarından itibaren, ırkçılık politikaları yine baş göstermeye başlamış ve onlarca Kürt aydını öldürülmüştü. O yıllardaki politika, sonraki yıllarda iyice belirginleşecek olan “böl-yönet” politikasıydı. Şemdinlili Ş.Abdulkadir ilk mebuslardan biri olarak meclise çağırıldı, ancak O, meclisin milliyetçilik politikasından dolayı gitmeyi reddetmişti. Tabi bunun bedelini canıyla ödedi. Yine Ş.Said, meclisin milliyetçilik politikasından dolayı isyan etmişti ve öldürülmüştü. Dersim’de S.Rıza da bu sebepten dolayı Dersim İsyanı’nı başlattı ve öldürüldü. Bütün dünyada büyük bir esinti olan ve devrimciliğin en büyük dalgası sayılan 68 gençliği yine milliyetçilikten dolayı ortaya çıktı.
DDKD ve DDKO örgütlerinin ortaya çıkmalarının sebebi, Türkiye"deki milliyetçilik politikasıdır. Artık bütün dünyanın, hatta Türk aydınlarının bile kabul ettiği bir diğer realite şudur: PKK, Türkiye’deki milliyetçiliğin yaratmış olduğu sonuçlardan dolayı ortaya çıkmıştır. Adına her ne denilirde denilsin, bugün Türkiye"deki sorunların belki de en büyük kaynağı yine milliyetçiliktir. Çünkü ırkçılık politikası, bütün insanlığın en büyük düşmanıdır. Halkları birbirine düşüren, halkların ortak değerlerini yok eden, hoşgörüyü ve sevgiye dayalı yaşam tarzını katleden en büyük beladır. En tehlikeli silah ve en büyük kan emicidir.
Türkiye’de yaşıyor olup da bunları görmemek, büyük bir zaafiyettir.
1999’da Ecevit yönetimi can çekişiyordu. Ülkenin çıkarını, katrilyonlarca serveti gözden çıkartıp Emperyalist güçlerle işbirliği yaptı ve Öcalan’ı tutuklattı. O zaman Türkiye’deki milliyetçilik dalgası, bütün hızıyla yayıldı. En demokrat Türk aydını bile bu dalganın sarhoşluğuna kapıldı ve Ecevit tekrar iktidara geldi.
Yani Türkiye’deki milliyetçilik anlayışı o kadar iliklere işlemiş ki, en demokrat kişi bile bazen kendisini bu sarhoşluğa kaptırabiliyor.
Şimdi bu milliyetçiliği, tarihin çöplüğüne gömmenin tam zamanıdır. Irkçılığa varan milliyetçilik, cahillikten ve çaresizlikten başka bir şey değildir. Bu kavramın tam karşısındaki kavram ise yurtseverliktir. Yurtseverlik, bütün halkları koşulsuz, olduğu gibi kabul etmek ve bütün halkların değerlerine saygı göstermektir. Irkçılar kültürlere saldırırlar ve kültürleri yok etmeye çalışırlar. Yurtseverler ise kültürleri yaşatırlar ve kültürleri zenginleştirirler.
Birbirinden çok uzak iki kavram. Gelin görün ki siyasetçiler bu iki kavramı aynı kategoriye sokuyorlar. Bundan daha büyük bir şaşkınlık, bu iki kavramı aynı anlama gelmiş gibi düşünmek kadar büyük bir cehalet olamaz.
Ha insanlığın kurtuluşunu, güzelliğini, kültürlerin zenginliğini arasanız, kurtuluş yurtseverliktedir, milliyetçilikte değil. Çünkü milliyetçilik ayrıştırma, yurtseverlik ise birleştirme mantığıdır.