2013-09-11 15:00:00
Alman Filozofu Nietzsche, insanların ikiye ayrıldığını söyler: Üst insan ve sürü insanı. Ona göre yaratılış itibariyle, bütün insanlar “sürü”dür. Varlıkların içinde en savunmasız, en masum ve çaresiz olandır. Bu yüzden insanoğlu, yüzyıllarca evrenin en “ezilen” varlığı olmuştur.
Ancak bir yerden sonra, insanoğlunun kendisini var etme mücadelesi başlar. Çünkü yaratıcı, ona, kendisini kurtarabilecek ve çaresizliğini yenebilecek bir güç vermiştir. İşte bu güç sayesinde insanoğlu, kendisini “sürü” olmaktan çıkabilir ve “üst insan” olabilir.
Nietzsche’ye göre bu kendini var etme serüveninde, hayat iyice zorlaşır. Çünkü var olmak, kişinin kendisini yeniden şekillendirmesidir. İşte bu şekillendirmede yaşam, bir cambazın ip üzerinde yürümesine benzer. İp üzerinde yürümenin kuralları bellidir: Titremeyeceksin, geriye dönmeyeceksin ve daima ileriye bakacaksın. Bu üç kurala uyarsan, kendini var edebilirsin. Ancak bu kurallardan birini ihmal edersen, düşersin…
Düşersen de asla kendini var edemezsin.
İşte hayatın kuralı da budur.
Koşullar ne kadar kötü olursa olsun, herkesin kendisini var etme savaşımı olmak zorunda. Yaşamak bunu gerektirir çünkü. Bu yüzden bazen cinsel, bazen sınıfsal, bazen de ulusal anlamda var olma savaşımı verir dururuz.
Aslında bu savaşım, doğuştan getirdiğimiz haklarımızı geri alma savaşımıdır. T.Hobbes’a göre insanoğlu, doğuştan beraberinde üç özellik getirir: Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik. İnsanoğlu büyüdükçe, birbirlerinin bu haklarına saldırırlar ve böylece bu haklarımızı yitiririz.
Aslında birbirimizin bu haklarına saldırmazsak, savaş olgusu olmazdı. Yani savaş, insanın doğuştan getirdiği doğal haklarını geri alma mücadelesinden başka bir şey değildir.
Peki insanoğlu birbirinin doğal haklarına neden saldırır? Yanıtı çok net: Çünkü insanoğlu haset ve nefret duygularına sahiptir. Birbirini sevmeme, birbirini inkar etme ve birbirini yok etme duygularına sahiptir. Tarih sayfaları bu kirli karalamalarla doludur.
Bu, tıpkı iyi ile kötünün savaşımıdır. Kazananlar ise kirli duygulara sahip olanlar olur hep. Çünkü kirli duygular korku salar. Elinizde bir güç varsa, o güçten mahrum olanlara itaat ettirirsiniz. Kirli duygulara sahip olabilmek, kolaydır. Bu yüzden kirli duygular erken yayılır ve egemen olur.
Kirli duygulara egemen olanlar, emekten korkarlar. Güzellikten, farklılıktan ve kültürel zenginlikten korkarlar. Ellerinde, sahip oldukları kirli duygulardan başka bir şey yoktur çünkü. Yaşamanın tadına varmamışlardır henüz. Yaşamanın umudunu ve güzelliğini fark etmemişlerdir henüz. Bu yüzden hep savaş isterler. Gıdaları kandır onların. Sömürüyle, katliamla yaşarlar hep.
En büyük korkularıysa barıştır onların.
Yüzyıllardır böyle.
Antikçağ’da Sokrates’i katletti bunlar. Bağdat’ta Hallacı Mansur’u, Sivas’ta Pir Sultan’ı, Osmanlı’da Şeyh Bedrettin’i katletti bunlar. Şéx Said’i astırdı bunlar. Menderes’i, Turgut Özal’ı, Gaffar Okan’ı, Deniz Gezmiş’i, Ahmet Kaya’yı, Musa Anter’i ve daha nice büyük insanı katletti bunlar. Kanla beslenenler…
Nazım Hikmet gibi büyük bir şairi sürdü, Yılmaz Güney gibi büyük bir sanatçıyı cezaevinde çürüttü.
Ama şimdi kan bitmek üzere. Bu yüzden kan yiyiciler her zamankinden daha çok sahnede.
Barış çok yakın. Ama uzaklaşmadan, barışa sahip çıkmamız lazım. Şimdi her yerde, evde, işte, yolda, otobüste, koridorda, sokakta her yerde barışı en çok haykırmanın zamanıdır. Her zamankinden çok daha gür sesle.
Artık şunu görmek lazım: Birkaç yıl öncesine kadar sadece Kürtler ipin üzerindeydiler. Ama Türkiye’de artık herkes ipin üzerindedir. Ya hep birlikte düşeriz ya da daima ileriye bakacağız.
Kirli duygulara sahip olanlara inat, savaşı sevenlere inat, kardeşliği yok etmeye çalışanlara inat barış, barış, yine barış.
Şimdi herkesin, durduğu yerden çığlığını yükseltmesi lazım. Savaşa hayır, yaşasın barış, yaşasın barış, yaşasın barış!