2015-10-18 15:00:00
Son günlerde ne de çok işittik bu cümleyi! ‘‘Van’da düzenlenen törenin ardından, şehitler memleketlerine uğurlandılar’’. Ne acı bir görevdir bu Van’a reva görülen. Ne kadarda kendini bu anlamsız savaştan kaçırmaya, kurtarmaya çalışsa da son görev, son cümleyi tamamlamak hep Van’a düşüyordu. Oysa mavi gölünü gelin gibi süslemiş, ulu dağlarını rengârenk çiçeklerle bezemiş, bir milyon turist hedeflemişti bu yıl. Şimdi ise kan revan içerisinde, bu acımasız savaşın tam ortasında can çekişiyor Van. İstanbul’dan dostlarım bizi Van’a götür, hem gezip tozalım hem de şu meşhur Akdamar adasında bir de ayine tanık olalım demişlerdi bu yaz. Öyle ya, artık dünya Off-shore yarışlarının her sezon bir etabı Van Gölünde düzenleniyor, her yıl Eylül ayında da Akdamar Kilisesinde temsili ayin yapılıyordu ve böylece Van, dünya gündeminde ilk sıralara oturuyordu. Sözleşmiştik, uçak biletlerimiz alınmış, beş yıldızlı otelden yerlerimiz ayırtılmış hatta kalacağımız süre içerisinde belki bir de Müküs’e gideriz diye, arazi tarzında bir araç dahi rezerve edilmişti. Dostlarım heyecanla o günü beklerken bana sürekli Van’ı soruyorlardı. Nerelere götüreceksin bizi, neler yiyeceğiz, nerden alışveriş yapacağız gibi. Ben de merak etmeyin üç günlük dopdolu bir program hazırladım, Van’la ilgili her şeye doyacaksınız dedim. Elimdeki listede neler yoktu ki. Sabah uçaktan iner inmez önce sıkı bir Van Kahvaltısı yapacaktık. Sonra ver elini Edremit. Doğu Anadolu’da bir sahil gezisi olur muymuş diyenlere nispet bir göl sefası. Ve tabi ki akşam gurup vaktinde gün batımı eşliğinde, Van Kalesinde günü bitirmek…
Fakat olmadı. Bu savaş ortamında, buradan göründüğü kadarıyla oralarda bulunmak pekte akıllıca değildi. Her ne kadarda dostlarıma, Van’da öyle şeyler olmaz, siz bakmayın medyada yazılan çizilene desem de, ah şu başlıktaki replik yok mu? ‘‘Van da düzenlenen törenin ardından’’ cümlesi yüzünden, onları Van’a gitmeye ikna edemiyordum. Ve ne yazık ki Doğuda otellerden iptal edilen rezervasyon haberlerinin bu kez baş aktörü oluyor, bir Vanlı olarak memleketime gidemiyordum. Oysa Kürt-Türk nedir bilmeden büyümüş bir nesildik biz. Hiç unutmam, seksenli yılların sonuydu. Dedemin köy odasında kocaman bir Türk bayrağı asılı dururdu ve her gece tüm köylüler akşam yemeğini müteakip, o bayrağın altında dedemin yanında alırlardı soluğu. Rahmetli dedem, çevredeki tüm köyler tarafından sevilen, sayılan, hürmet gören bir büyüktü. Kimi zaman, dil bilmeyen hasta köylülere Van’da doktorlara derdini anlatmasına yardımcı olur, kimi zaman adliyede davası olana yol, iz bilmeyenlere rehber olur ya da avukatını onlara yönlendirirdi. Yani anlayacağınız, üstat Şener Şen’in filmlerde anlattığı sömürgeci ağalardan değil, hizmetkâr Bey’ler den biriydi. Allah’ı var, köylülerde dedeme canı gönülden bağlı olup, hiçbir zaman hürmetlerini ve dualarını esirgemezlerdi ondan. Her yaz tatilinde gittiğim Gürpınar’daki köyümde, yine o kocaman Türk bayraklı, iki katlı devasa kerpiç odadaki sohbetlerin birinde hüzün, endişe ve öfke dolu bir havaya tanık olmuş, derinden etkilenmiştim. O günlerde Bulgaristan’daki Türkler zorunlu göçe tabi tutuluyordu ve Todor Jivkov’un asimilasyon politikaları yüzünden çok trajik olaylar meydana geliyor, birçok aile ya çocuğunu ya da aile fertlerinden herhangi birini orada bırakmak zorunda kalarak, Türkiye’ye trenlerle akın akın göç ediyorlardı. Köye elektrik ve okul yeni gelmişti ve sadece bir evde televizyon vardı. Dedemlerde ise bir radyo vardı ve tüm köyün erkekleri o büyük odada toplanmış, herkes ajans dinleyip olanları kaygıyla takip ediyordu. Hep bir ağızdan, devlet hemen savaş açmalı ve biz de şu Bulgarlara hadlerini bildirmeliyiz diye öfkeleniyordu. Ve işin garibi herkes ama herkes Kürtçe konuşuyor, Türk soydaşların zulme uğramasına en az onlar kadar endişeleniyor, ön saflarda savaşa girmeyi göze alıyordu. Hatta bir detay daha vereyim, hafızam beni yanıltmıyorsa bu zulmü anlatan, sanırım Ali Doğan diye bir âşık ‘‘Aysel’in Türküsü’’ adlı bir kaset çıkarmıştı ve her köylünün evinde bu kaset sabahtan akşama kadar çalıyordu. Sonradan dizisi de çekilen, Belene kampında ailesinden koparılan Aysel adlı kız çocuğunun hikâyesini anlatan bu ağıtı, tüm köy dinliyordu. Üstelik tek kelime Türkçe bilmeden…
Yine seksenli yıllarda, bundan önce başka bir olaya şahit olmuştum. Sabah erken kalkıp fırından pide ekmek almaya gitmiştim. Mahallemizin biraz uzak tarafında kalan ve Kürt bir ailenin işlettiği kara eski bir fırındı. Ekmeğin parasını uzattığım kişi, radyodaki habere kulak kesilmiş dikkatle dinliyordu. Uzattığım parayı bile fark edemeyecek kadar kendinden geçmişti. Üstelik gözlerinden ince ince yaşlar süzülüyordu. Ben de merakla radyodaki habere kulak kabarttım. Konuşan kişi Naim Süleymanof’tu. Yani ‘‘cep herkülü’’ Naim Süleymanoğlu, Olimpiyat kampından kaçmış Türkiye’ye iltica etmişti. Bozuk Türkçesiyle ne kadar mutlu olduğunu anlatıyordu ve onu dinleyen Kürt fırıncı, duygu seline kapılmış ağlıyordu…
Yazarken bile zorlanıyorum, neredeyse otuz yıl olmuş bu anılar hiç aklımdan çıkmamış. İşte ‘‘Çanakkale ruhu’’ denen şey buydu. Kürt-Türk nedir bilmezken aramıza bu nifak, bu nefret, bu şiddet ortamını sokanlara lanet olsun. Feodalizmi bu kadar arayacağımı veyahut ta böylesine bir yazıyla öveceğimi hiç düşünmezdim ama görünen o ki, bizi bir arada tutan en önemli müesseselerden biriymiş meğerse. Mezopotamya’dan kalkıp, Alpaslan’la Malazgirt’te Türk-Kürt birlikte Anadolu’ya adım atan, Selahaddin’in ordusuyla Haçlılara birlikte karşı koyan ya da Çanakkale’de yedi düvele omuz omuza mücadele vermiş, şehit olmuş bu iki millet, elbet eninde sonunda barışı bulacaktır. Doksanlı yılların o iğrenç barut kokan, kan dolu savaş iklimini genzinde hisseden, bizzat içinde yaşamış o yöreden biri olarak diyorum ki, soyu Türk’e çıkmayan Kürt, Kürt’e çıkmayan Türk yoktur bu ülkede. Bu topraklardan Kürt gittiği anda Türk diye bir şeyde kalmayacaktır. Bizi buradan atmaya onların gücü yetmeyecektir. Oynanan bu büyük oyunu, yine tarihte olduğu gibi el ele kardeşçe yeneceğiz. Bunun başka bir yolu yok…