2016-02-04 15:00:00
Yediği soğuklardan bir hayli eskimiş, cilası soyulmuş, macunlarının bir kısmı neredeyse yok denecek kadar az, dört katlı bir binanın, sarmaşık çiçekleri arasında kalmış ara dairesi. Yazdan kalma, kurumuş iki menekşe saksısı, minicik bir penceren ardına sığdırdığı koca hatıralarından nefes alan, elleri buruşmuş yapayalnız hayatının prensesi “Azize teyze”…Eşini genç yaşta trafik kazasında kaybetmiş, hayırsız bir oğlu, yüzünün şeklini dahi unuttuğu bir kızı var, onca kırgınlığına rağmen hep bir gün çıkıp gelecekler ümidiyle bekliyor penceresinde. Bir kanadı kırık onun da penceresi gibi, bir yanı buğulu…
Siz koca bir günü; derme çatma bir pencerenin ardında tüketmek nedir bilir misiniz? Ölüp ölüp dirilmekten beter oluyor, eski günlere dalıp dalıp gitmek. Yaralara ekmek banar gibi, acısı duyulası iç çekişler… Her öğün aynı yemeği yemek gibi bazı hatıraların tadı, yutkunsan boğazına düğümlenir acısı, yutkunmasan nefesine kadar bulaşır sızısı…
Aylardan Şubat yine; buz tutmuş Balat, çatıların altında parmak kalınlığında sarkıtlar, baktıkça daha bir üşüyor yüreği,”Allaaahhh”diyiveriyor nefesi yetmediğinde. Omzunda senelik yareni; acı kahve, el örgüsü şalı… Yemenisinde ki oyalar, elbisesinin çeklerinden toplanmış gibi, öyle canlı, öylesine renkli… Bileğine doladığı tespihine işaretli yine, kancalı iğnesi… Pencerenin solunda buram buram tarih kokan bir masa, eskimiş hayaller üzerine kazınmış adeta, etrafındaki sandalyelerin ikisi kırık, biri eksik, su şişesinin yanında içi dolu şekerlik, birikmiş takvim yapraklarıyla dolu bir sepet, bitmek üzere olan tütün kolonyası ve kanepenin üzerinde ki minderlerin renginde, dantel kılıfında duvara asılı Kuran-ı Kerim… Diğer tarafta gürül gürül yanan soba, üzerinde her daim, hal hazırda bulunan abdest suyu…
Burası BALAT; İstanbul’un çeyiz sandığında saklanmış, renkli, iğne oyalı, kolalanmış, naftalin kokulu semti… Evlerinin iç içe dizili olması, samimiyeti resmediyor adeta, eskimişliğinin üzerini örtemiyor, canlı renklere boyalı evler, her binanın önünde basamaklar ve kışa rağmen çeşit çeşit oyunlar oynayan; yanakları kızarmış, burnu donan çocuklar. Balkonlarından sarkıttığı sepetlerle, ismini bile bilmediği bir çocuktan ekmek isteyen teyzeler…”Gel artık, hasta olacaksın”diye balkondan çocuklarına seslenen anneler, dar sokakların aralarında gökyüzünü mavilere boyayası güzellikte, pabuçları çamurlu çocukların mutluluk sesleri… Ah Balat; Şubat’ta İstanbul’un gözdesi sen misin diyesim geliyor hep. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar, sıcaklığın imzasını atıyor sanki… Samimiyetin bende ki tarifi; karşılıklı iki apartmanın birbirine bağladığı çamaşır ipiydi o vakitler… Annemleri çamaşır asarken aşağıdan izlemek ne büyük mutluluktu,”bi mendil düşse de, yukarı çıkarsam”demekten daha güzeli; annemin bilerek aşağıya bir şey düşürmesi ve benden istemesiydi…
Bütün bunları pencerenin ardından izleyen ve tebessümleriyle yüreğimize kömürler atan Azize teyze, yine de hüzünler kraliçesiydi kalbimin. Onun mahsustan gülüşlerine, mahsustan gülümsemek, büyümeye başladığımın ispatıydı kendime. Soğuklar ona hiç yaramıyordu, acıları uyanıyordu kalbinde. Annem hep “Şubat’ta geçsin, yaza ne kaldı”cümleleriyle doldururdu ıhlamurunu. Benim için de bu sebeple, Şubat hep bir geçsindi. Şubat’ta günlerin bile bir eksik oluşu, bizi destekler gibi gelirdi, bunu hep bir kar bilirdim kendime… Şapkama rağmen, ellerimle kulaklarımı kapamış olmama rağmen, yolun en aşağısına gitmiş olmama rağmen, hep duyulurdu o öksürük sesi ve hep korkuturdu beni. Kuvvetli rüzgârları susturmak için, yüksek sesle konuşurdum çocukça…
Güneşli bir günün sabahıydı, mevsim kış değil, aylardan Şubat değildi sanki. Bahar kokulu bir neşeyle, etrafta rengârenk uçuşan kelebeklerin hayalini kurarak, okula gidiyordum. Her şey baharı müjdeler gibi, güneş dünyaya göz kırpar gibiydi… Baharın bende ki mutluluğu; Azize teyzemin öksürüğüne vedasıydı, hatta bazen annemin kolundan tutup, çarşının sonunda ki parka bile giderdi. Bende bisikletimle takip ederdim onları…
O gün; bu mutlu hatıraların enerjisiyle, bakkaldan leblebi tozu almıştım okul çıkışında. Dişleri olmadığından, leblebi tozu yerken, her defasında “hay bunu akıl edenden, Allah razı olsun” derdi Azize teyzem… Nihayet eve gelmiştim ve üçer beşer çıkıyordum merdivenlerden, sırtımdaki o ağır çanta mutluluğumdan uçuruyordu sanki beni. Azize teyzemin kapısının önünde bir sürü terlik, içerden gelen sesler garip bir acı katmıştı mutluluğuma. Annem hiç böyle görmemiştim, beni kapıdan çıkarmak istercesine sarılıyordu, kolunun altından içeri kaçtım, elimden düşen leblebi tozunun kutusunu alırken tutamadım kendimi, dünyanın en soğuk günüydü, üşüyordum, titriyordum, buz parçaları yağıyordu sanki üzerime, tarifini kendime bile yapamayacağım bir Şubat soğuğuydu bu… Sabaha kadar yağmur yağdı o gece, rüzgâr susmadı hiç, gökyüzü karalardan daha karaydı, yıldızları kaybolmuş gibi…
Ölüm ne demekmiş o gün anladım, Şubat hep bir ayrılık imzaladı yüreğime, her yıl yen bir imzayla üşüdüm, kışın en soğuğunu da hep Şubat bildim… Şubat bu, bir ucu yanık mektuplar yağıyor göklerden; ayrılık kokuyor her yer… Bulutların hatıra yüklü kucağından karlar yağar, kar tanelerinin hem bu kadar güzel, hem bu kadar soğuk olmasının sebebi ondan mıdır?
Mutluluğun ekmek kırıntıları; iyi günlerin neşesini boyamak için dökülür bulutlardan ve hala bacası tüten evler sıcacık bir şükür sebebi oluverir, kaybettiklerimize Fatihalar okurken…