2010-12-14 15:00:00
1995 Yılında, Erzurum’da bir otele girdim. Nüfus cüzdanımı verince, beni almayacaklarını söylediler ve otelden çıkardılar.
Aradan bir yıl geçti. 1996 Yılında, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kantininde oturuyorken, bir anda kantinde hareketlilik başlamıştı. Herkes ayağa kalktı ve İstiklal Marşı okunmaya başlandı. Perşembe günüydü ve resmi bir gün değildi. böyle bir günde, üstelik aniden marşın okunması şaşırtıcıydı. Marş bittikten sonra, büyük bir kalabalık merdivenlere doğru yürümeye başladı. Merdivenlerden biri iniyordu ve her iki eliyle bozkurt işareti yapıyordu. Onun bu hareketini gören kalabalık, büyük bir uğultuyla tekbir getiriyor ve slogan atıyordu.
Merdivenlerden inen kişi, felsefe bölümünde bir öğretim görevlisiydi. Kalabalığa selamını verdikten sonra, aynı uğultuyla ve aynı işaretlerle dersimize girdi. Dersin hemen başında, tahtanın sol tarafına büyük harflerle PKK, sağ tarafına ise TÜRK sözcüklerini yazdı. Sonra sınıfa döndü ve şunları söyledi: “Burada yaşayan herkes Türk’tür ve Türk olmak zorunda. Bunu kabul ederseniz sizi koruruz, etmezseniz PKK safından olursunuz. Safınızı bu ders bitmeden seçin. Unutmayın, ya seveceksiniz ya da terk edeceksiniz.”
Herkes şaşkındı. Türkiye’nin en yüksek akademik biriminde dersteydik ve öğretmenimiz olan biri bize bunları söylüyordu. İlk kez orada ciddi anlamda karşılaştım bu sloganla. Günlerce beynimde yankılandı durdu: “Ya sev ya terk et.”
Sonraki zamanlarda, hayatımıza iyice girdi. Çünkü Türkiye’de milliyetçilik yeniden dalgalanıyordu ve bu dalgalanmanın da en önemli sloganı bu olmalıydı. Dağlarımızın en güzel görünen yanlarına yıllarca bu sloganı çağrıştıran sloganlar yazıldı: Tek devlet, tek millet, tek dil, tek ırk…
Barış gelecek, geldi derken, bu kez medyanın çirkin suratı kendini göstermeye başladı. Birbiri ardına milliyetçi diziler çekiliyor ve savaş körükleniyor. Dizilerde Kürt halkı, hatta bölge halkları kötüleniyor, aşağılanıyor, değerlerine saldırılıyor. Bir zamanların popüler söylemi olan “kıro” düşüncesi yeniden ortaya çıktı.
Bölgemizin bu kadar muhteşem doğal eserleri, mükemmel yetenekli insanları, dünyada eşi benzeri olmayan yemekleri, kültürel değerleri görmezden geliniyor ve kültürel değerlerimiz ayak altına alınıyor. Bu dizilerde insanlarımız savaşçı, gerici, gün görmemiş olarak gösteriliyor. Bu dizilerin hiçbiri yetim kalan çocukları, yağmalanan harmanları, boşaltılan köyleri, kafaları bedenlerinden ayrılmış cesetleri, vajinaları parçalanan kadınları, sokak ortasındaki çatışmaları göstermiyor. Hiçbiri aşiret problemlerini, eğitim sorunlarını, sağlık sıkıntılarını, ekonomik problemleri göstermiyor.
Medyanın bu çirkin suratını biliyoruz. Ancak acı olan bazı gerçeklikler vardır. Bu diziler en çok bizim bölgemizde izleniyor. Yani savaştan bu kadar çekmiş bir halkın çocukları olarak, en çok bizler savaşa hizmet ediyoruz. Bu dizileri seyretmek, açıkça söylemek istiyorum ki, savaşa uşaklık etmektir.
İkinci acı gerçek şu: Sabahtan akşama kadar işi gücü sansür olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, bu dizilerin karşısında sessiz kalıyor. Dahası, bu dizileri destekliyor. Oysa bu ülkede insan haklarından, Kürt sorunundan, demokrasiden söz eden eserlerin yayınlanmasına izin verilmiyor.
En acı gerçek ise şu: Göz göre göre değerlerimize saldırılıyor. Aşağılanıyoruz ve savaşın sürmesi için çalışanların ekmeğine yağ sürüyoruz. Ancak hiçbirimiz ses çıkartmıyoruz. Hiçbirimiz tepki göstermiyoruz.
Bu çok acı…
Türkiye’de bazı çevreler barıştan korkuyor. Barış gelse, kötü şeylerin olacağını düşünüyorlar. İnsanların ölmeleri onların işine yarıyor çünkü. Onların mutlu olmaları için, birilerinin sakat kalması gerekiyor. Onların mutlu olmaları için, birilerinin yetim kalmaları gerekir. Onların mutlu olmaları için, birilerinin bacaklarının kopması, birilerinin parmaklarının ezilmesi, birilerinin cinsel organlarının ve kulaklarının kesilmesi gerekir. Onların mutlu olmaları için, köylerin yakılması gerekir, mayınların patlaması gerekir, annelerin ağlaması gerekir.
Zihniyet bu.
Barış mantığını bir türlü kavrayamayan bir ülkenin çocuklarıyız. Boş sözler ve yalan avutmalarla dolu bir tarihin kurbanıyız hepimiz. Barışı hazmedemeyen bir zihniyetin vatandaşlarıyız.
Türkiye tarihinde barış adına imzalanan tek antlaşma, Lozan olmuştur. Onu da hazmedemeyip, Sevr ile gölgelemeye çalıştılar, on yıllarca. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktı. Ama egemen zihniyetteki yöneticilere sorarsanız, savaştan en galip çıkan ülkedir Türkiye. Okul kitaplarında, on yıllardır kahramanlıklardan başka bir söylem yok. İnsan sevgisi, doğa sevgisi yerine, faşist darbeci mantığı empoze edilmeye çalışıldı. Yurt sevgisi diye, asimilasyon politikaları uygulandı. Bu yüzden değil midir, büyüdükçe ülkeye bağlılık azalıyor. Türkiye’de büyüyenler, ya ırkçı olabilecek kadar milliyetçi ya da sistem karşıtı oluyor. Bunun en büyük sebebi, yalanlarla dolu savaş zihniyetidir.
Bu diziler bu zihniyeti koruyor. Bu yazımı okuyan herkese çağrımdır: Bu dilzieri izlemeyin, izletmeyin, protesto edin… Bu dizilerin yalanlarını, sahteliklerini her yerde anlatın.