2016-07-28 15:00:00
İstanbul’a bakan odamın penceresi F-16’ların sonik ses dalgalarıyla zangır zangır titrerken, A Haberin ekran KJ’sinde Cumhurbaşkanının uçağının alana sağ salim indiği yazınca derin bir oh çekmiştim. Çünkü bu işin iç savaşa doğru evrilmesi an meselesiydi ve Erdoğan’ın kitlelerin karşısına çıkıp, kararlı bir çağrı yapması her şeyi durdurabilirdi. Fakat o da ne! Erdoğan, konuşmasına Marmaris’te kaldığı otelin bombalandığını söyleyerek başlıyordu. Ve işin vahameti de işte o zaman anlaşılıyor, bitti derken her şey yeniden başlıyordu. Daha bombalama olayları başlamadan, Cumhurbaşkanının otelden Face Time bağlantısıyla halkı alanlara davet ettiği ilk konuşmasının ardından, Yalova İl Jandarma komutanlığı önüne gittiğimizde, yüz kişilik bir gruptuk.
Polisin soğukkanlı, olgun tutumu ve halkın feraseti ile birlikte okunan ezanlarla sayımız gittikçe artıyordu. Sonrasında Jandarma Komutanının ‘‘seçilmiş hükümetimizin emrindeyiz’’ konuşmasının ardından alkış ve tekbirlerle kalabalık daha bir coşmuştu. Evde endişeyle bekleyen ailemin yanına döndüğümde bu defa Meclisin, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Özel Harekât Dairesinin bombalama anlarının görüntüleriyle beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Erdoğan’ın uçağının İstanbul’a inmesini endişeyle beklerken, ikinci çağrısıyla beraber bu defa öfkeyle kendimi tekrar sokağa attım. Neyse ki dışardaki muazzam kalabalık, sinirlerine hâkimdi ve Yalova’da korkulan olmadan sabahın ilk ışıklarıyla beraber her şey normale dönmüştü. Eve tekrar girdiğimde tv’den boğaz köprüsü üzerinde teslim olan askerlerin görüntüsüyle artık iyice harap olan sinirlerim birden boşaldı. Öfkeyle karışık bir ağlama…
Bu mu Türk askeri? Almanların Sovyet ordusuna teslim olma benzeri ancak 2. Dünya savaşından kalma görüntüler içimi acıtıyordu. Şanlı ordumuzu bir avuç ruh hastasının bu hale getirip, sonu olmayan bir maceraya, hem de bu çağda böylesine ahmakça sürüklemesineydi isyanım. Darbeler hiç kimseye fayda getirmemiştir. Başarılı olan darbelerden sonra bile birçok asker, ne denli pişmanlık duyduğunu bizzat kendisi anlatmıştır. Bunların tarih bilgisi de mi yok? Hiç mi ders almazlar. Aklını kiraya vermiş bir güruh, neredeyse çocuklarımızın geleceğini bir gecede mahvediyorlardı…
Geçmişten ders almak için tarihe bakmak lazım. 1980 darbesi gerçekleştiğinde henüz beş yaşında bir çocuktum. Şerefiye mahallesinde oturuyorduk ve Toprakkale’deki Jandarma Alay Komutanlığı ile Hacıbekir Kışlasının tam ortasındaydık. Garipler mezarlığının üstünde helikopter trafiği yaşanıyor, her köşe bucakta asker kaynıyor, olup bitene çocuk aklımla bir anlam veremesem de bir şeylerin ters gittiğini anlıyordum. Nereye gitmek istesem ailemden ‘oğlum sıkıyönetim var gidemeyiz’ cevabı alıyordum. Sıkıyönetim ne diyorum ihtilal oldu diyorlar, ihtilal ne diyorum cevap vermiyorlar. Büyüklerde bir telaş, akşamdan akşama asker elbiseli bir adam çıkıyor TRT’ye herkes onu dikkatle izliyordu. Sokaklardaki insan sayısı azalmış oyun oynamaya bile çıkartmıyor ailemiz. O gün anladım ki darbe çok korkutucu bir şeymiş…
Yıllar sonra yaşananların Kenan Evren liderliğinde, adı 12 Eylül olan bir askeri darbe olduğunu ve ülkeyi nasıl bir anda geriye götürdüğünü öğreniyordum. Bir sağdan bir soldan astık diye durumu özetleyen Evren’in sanki iyi bir şey yapmışçasına bahsetmesi, bazı insanlarında ‘‘ sokaklar kan gölüne dönmüştü, her gün onlarca insan çatışmalarda ölüyordu, aslında darbe gerekliydi’’ diye konuşmaları kafamı karıştırsa da tüm bu çatışma ortamının darbeye zemin hazırlamakla ilgili kurgu olduğunu, ufkumuz geliştikçe anlıyorduk.
Delikanlılık çağlarımızda bu defa ekranlarda koca göbekli siyasetçiler sahne alıyordu ve PKK kâbusunun en yoğun yaşandığı 90’lı yıllardaydık. Bölgede Olağanüstü Hal ilan edilmiş, artık 80 darbesini aratmayacak uygulamalar, yasaklar tekrar başlamıştı. İnönü üniversitesinde MYO okuyordum ve Van’dan Malatya’ya her gidişimde (on kilometrede bir arama olmasına rağmen) mutlaka bir vadide yakılmış yolcu otobüslerine rastlıyorduk. Nasıl olduğuna anlam veremeyip, bunun bir danışıklı dövüş olduğuna inanmak istemesek te, sıranın ne zaman bizim bulunduğumuz otobüse geleceğini endişeyle bekliyorduk. Amaç zaten buydu, korkutmak, sindirmek, ortamı uygun hale getirmek ve böylece darbeye giden yolları tamamen açmak… Aynı yol güzergâhında, o sıra onca yol güvenliğine rağmen Bingöl-Elazığ arasında 32’er şehit ediliyordu. Ardından Madımak olayları patlıyor, tüm bunların üstüne Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis suikastları eklenince, artık anlıyordum bunun arkasından bir darbe geleceğini. Sonra ansızın Özal’ın ölümü bu işi geri dönülmez noktaya taşıyordu. İçerde olağanüstü haller, faili meçhul cinayetler, enflasyon ve faiz kıskacında bir türlü düzelemeyen ekonomik buhran, koalisyon hükümetiyle, kaos içinde yönetilen bir ülke ve sosyal patlama eşiğindeki halk. Dışarda ise ABD tarafından nükleer silah bahanesiyle işgal edilip bölünmüş Irak…
İşte geliyorum diyen darbe, bu defa eski usullere göre değil de post modern bir tarzda, 1997 yılında 28 Şubat olarak karşımıza çıkıyordu. İlk darbeyi hayal meyal hatırlarken, bu defaki darbenin gerçek öznesi ve mağduru oluyordum. İmam hatiplerin kapatılması uğruna Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti, bu defa tüm meslek liselerini aynı kefeye koyunca bir meslek lisesi mezunu olan bizlere, katsayı saçmalığıyla üniversite kapıları kapanıyordu. O zamanki üniversite sınav sistemine göre taban puanlarımızın neredeyse üçte birini kaybetmiştik ve bırakın istediğimiz üniversiteyi, yetiştiğimiz alana göre fakülte kazanmamız bile hayal oluvermişti bir günde. Bunun en ağır yansıması, kamuda çalışan başörtülülere, seçilmiş siyasetçilere ve %20’nin üzerinde oy almış partilere oluyordu.
Gelelim 2007 tarihine. Genelkurmay Başkanlığının 27 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Laiklikle ilgili bildirisi, internet üzerinden yapıldığından tarihe e-muhtıra diye geçmiştir. Daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine AKP Hükümeti, muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı'nın resmi olarak Başbakan'a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan'a karşı sorumlu olduğunu belirtmişti. Sonunda Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve %68 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti.
Bir daha silahlı darbe girişimi olmaz, burası Irak, Suriye değil, kaçıncı yüzyıldayız derken, 15 Temmuz 2016 akşamı, tarihin en kanlı darbe girişimi maalesef gerçekleşiyordu. Savaşta bile bombalanmamış Gazi Meclisimiz, Emniyet Müdürlüğü ve Külliye F-16’lar, helikopterlerle bombalanıyordu. Üstelik ülkenin Cumhurbaşkanına suikast düzenlenip, demokrasiye, seçtiği siyasetçilere sahip çıkan halka ateş açılıyordu. İşte yine duvara tosluyorlardı. Çünkü halka rağmen yapılan hiçbir girişim başarıya ulaşamaz. Halktaki özgüven ve bilinç o kadar yükselmiş ki daha önce darbeleri bir sonraki ilk seçimde sandıkta cezalandıran halk, bu defa olay yerinde tank, tüfek ve uçaklara göğsünü siper ederek bu darbecilere unutamayacakları bir ders vermiştir. Dünya demokrasi tarihine altın harflerle geçecek olan bu direnişin, asıl öznesi olduğumuz için hala hiçbir şeyin tam olarak farkında değiliz. Ancak biraz zaman geçince anlayacağız. Bu destansı duruş göreceksiniz, birçok mazlum ülkeye ilham verecektir. Darbe kalkışmasına bence en önemli sebep Suriye’nin kuzeyinde bir koridor açıp, Kuzey Irak petrollerini ele geçirmeye çalışan ABD, bu planda Türkiye’yi devre dışı bırakmak için bu darbeyi kışkırtmıştır. Zaten fırsat arayan FETÖ’cülere altın tepside sunmuştur. Lakin halkı hiç hesaba katmamışlar ve bu darbenin arkasında bir kamuoyu desteği olmadığının, ortada kalacağının farkına varamamışlardır. Gerçi darbe başarılı olsaydı, amaçları zaten iç savaş çıkarıp Ortadoğu’daki herhangi bir ülkeye benzetmekti Türkiye’yi. Böylece biz bu hengâmeyle uğraşırken ABD Güney sınırlarımızı yeniden çizecekti…
Bu oldubitti karşısında destanlar yazan halk ise sokaklarda adeta bir vatandaş gazeteciliği refleksi göstermiştir. Olayları anında videoya çekip, sosyal paylaşım ağlarında yayınlayıp, direnişin kitleler halinde büyümesini ve tankın önüne atlayarak bu darbe girişiminin bertaraf edilmesini sağlamıştır. Evet, 41. yaşıma kadar üç darbe ve bir muhtıra görmüş oluyordum. Her darbenin ortalama on yıl ülkeyi geri götürdüğü söylenir. Bu durumda en az 40 yılımızı çalan bu zalimlere hakkımı helal etmiyorum. Eski Türkiye halkı veya şapkasını alıp arkasına bakmadan giden eski siyasetçiler yok artık. En önemlisi de dik duran bir lideri var bu toplumun. Bu kez zamanın ruhu demokrasiden yanaydı ve halk kazanmıştı. Umarız bu son kalkışma olur…