Yazarlar

MEBİT

Bu Yazın Yeni Trendi Vangölü Ekspresi Olsun!

Bu Yazın Yeni Trendi Vangölü Ekspresi Olsun!

Abone Ol

2018-07-10 15:00:00

 Özellikle genç, maceraperest gezginlere taahhüdümdür! Manzara izlemekten, fotoğraf çekmeye fırsatınızın olmayacağı bir rota öneriyorum sizlere. Haftanın iki günü düzenlenen tarifeli seferlerle Ankara’dan veyahut ta Ankara aktarmalı İstanbul Haydarpaşa’dan bilet bulabileceğiniz Van Gölü Ekspresiyle hayatınızın en heyecanlı, belki de en uzun yolculuğu sizleri bekliyor. Üstelik tren yolculuğunuz Tatvan’da biterken, muhteşem bir mavi yolculukla feribotla göl üzerinden Van’a geçerek final yapacaksınız. Trende yolculuğunuz hem yataklı hem kuşetli kompartımanlarla, üstelik kablosuz internet hizmetiyle anında çektiğiniz resimleri sosyal medyada paylaşma imkânıyla, yemekli vagonda açık büfe hizmetiyle, neredeyse ev konforunda olacak…

 

Ben bu deneyimi henüz on yaşındayken tatmıştım. O zamandan şimdiye çok ama çok şey değişti. İyi bir gezgin çok tasa etmez ama bir kere tren eski tren değil, feribot eski feribot değil bunu bilin! Türkiye’nin en büyük gölünde, Türkiye’nin en büyük, en modern feribotuyla seyahat edeceksiniz…

 

Ve iddia ediyorum, bu yaz binerseniz mutlaka kışın da aynı güzergâhı denemek isteyeceksiniz. Çünkü kar manzarası görmek için İzlanda’ya gitmeye gerek yok diyeceksiniz. Fakat şimdilik yaza odaklanın diyorum…

 

80’li yıllarda bir kez Van’dan İstanbul’a bir kez de İstanbul’dan Van’a tren + feribot yolculuğu yapmış biri olarak size anlatacağım çok şey var…

 

Sıcak bir Temmuz günüydü. Heyecanla hazırlanmıştım bu yolculuğuma. Nihayet yolculuk saati gelip çatmıştı. Akşamüstü Orhan Atlıman adlı feribotla 4,5 saat sürecek hayatımın ilk mavi yolculuğu başlamıştı. İran’dan gelen yük vagonları feribota yüklenmiş, arta kalan yere de iki kamyon sığmıştı. Bu yolculukla ilk olarak gölün ne kadar da büyük olduğunu fark etmiştim. O güne kadar göl kavramını neden bilmediğimizi ve neden Van gölünden hep deniz olarak bahsettiğimizin sorusu cevap buluyordu böylece. Feribotun güvertesinde Süphan dağının heybetini izlerken, bir yandan esintisi iliklerime kadar işleyen mis gibi deniz havası alıyordum, bir yandan da döner koltuklu feribotun büfesini çocuk oyun alanına dönüştürüyordum. Aşağı kata inince, içi türlü türlü yüklerle dolu vagonlarla karşılaşıyordum. İçim içime sığmıyordu.

 

Beyaz takkeli dağlarla çevrili gölde, enfes günbatımı renkleri dans ederken, usul usul bastıran gece karanlığıyla birlikte uzaklarda, yalnız deniz fenerlerinin yol gösterdiği puslu koylar beliriyordu. Ve ardında bembeyaz köpüklü izler bırakan feribotun yaşlı, yorgun homurtusuyla sanki mistik bir hikâyenin başkahramanı gibi hissetmiştim kendimi...

 

Daha başlangıçta bu kadar sürprizlerle dolu bir yolculukta, kim bilir trende neler neler görecektim. Sabahın ilk saatleriyle birlikte tam 2 gece 3 gün süren hayatımın en heyecanlı yolculuğu başlamıştı. Daha Tatvan’dan çıkarken devasa bir baca gibi göğe uzanan dağın Nemrut volkanı olduğunu öğrenmiş, hayran hayran incelerken, bir anda karanlığa gömülmüştü kompartıman. Hemen koridora çıkıp camdan dışarı bakıyorum, bayağı uzun bir tünel…

 

Tünel bitince şaşkınlığım iki katına çıkıyordu. Çünkü geçtiğimiz yerde dağ yok, dümdüz ova ve fakat tünelden geçiyoruz! Ne iştir diye sonsuz sorular kafamı kurcalarken, bir büyüğüm imdadıma yetişiyor, beni dipsiz sorulardan kurtarıyordu. Geçtiğimiz yer Rahva düzüydü. Türkiye’nin en soğuk ve en çok kar yağan yerlerinden biriymiş. Aşırı kar yağışı yüzünden kışın çokça kapanan bu yolda, kar tüneliyle çözüm bulunmuştu. Derken bu tünellerin birine, birine

 

daha giriyorduk. Her çıktığımızda ovanın rengi de değişiyor, bazen gelincik tarlaları bazen buğday başakları kaplıyordu her yanı. Bazen devasa demir köprülerden, boz bulanık akan korkutucu ırmakların üzerinden geçiyorduk. Ne yana baksam yeni bir manzara. Dar vadilerden, dağ yamaçlarından geçerken bir tünel sonrası masmavi bir göletin kenarında buluyorduk kendimizi. Bazen de bir dönemeç sonrası biten tepeciğin ardından, bu kez raylarla paralel seyreden bir karayoluyla, kamyonlar ve otobüslerle yarışırken buluyorduk kendimizi...

 

O güne kadar hep otobüsle gittiğim bu uzun yolculukta, tren bizlere 4 yataklı, ranzalı ve çok keyifli bir konfor sunuyordu. Gece bir başka güzeldi. Trenin raylar üzerinde ve makas geçişlerinde raka tak, raka tak şeklindeki tek düze sesleri ise muhteşem bir ninni gibi geliyordu kulaklarıma. Kısa mola veya duraksamaların yaşandığı yerlerde ki seyyar satıcılar ayrı bir renk katıyordu yolculuğa. Elazığ’da kenger sakızı, Malatya’da kayısı, ya da mis gibi kokan taze bahçe salatalığı, Kocaeli’de pişmaniye…

 

Hele yemek vagonu en sevdiğimiz mekândı. Susadıkça limonlu gazoz alarak, çocukluğun verdiği heyecanla o vagondan bu vagona koştururken kafamızı camdan çıkarıp, upuzun tren katarını seyretmeye bayılıyorduk.

 

Bizi en çok heyecanlandıran tabi ki tünel girişleri oluyordu. Kimisi hiç bitmeyecekmiş gibi uzun da uzun. Kimisi hemen biten hafif bir karartı şeklinde. Ama hepsinde istisnasız camdan kafamızı çıkarıp tünelin o heyecan verici karanlığını hissetme arzusundaydık. Tabi İstanbul’a vardığımızda is ve dumandan kapkara oluvermişti suratımız. İlk banyoda küvete akan simsiyah su ve gökkuşağı renginde akan yağ ve egsoz kurumunu izliyorduk şaşkınlıkla. Ayrıca kan çanağı olmuş gözlerimizde cabası…

 

Ama değerdi. Öyle şahane manzaralara şahit oldum ki. Anadolu için bestelenmiş ne kadar şarkı varsa yazarlarının kesinlikle bu trene binip şarkılarını bestelediğini düşünüyordum. ‘Billur ırmakları var, ne hoş toprakları var, gezsen Anadolu’yu’ şarkısını bu trene binmeyen nasıl yazabilir?

 

İyisi mi sizlerde atlayın bu mistik eksprese, Anadolu’yu bir de şimendifer gözüyle keşfedin. Son durakta sizi feribottan inerken Van Kalesi karşılayacak tüm görkemiyle ve size şunu fısıldayacak ‘‘ey gezgin, esas yolculuğun şimdi Tuşba’da başlıyor… Hem zamanda, hem mekânda’’.

  • Etiketler :
  • Van Haber