Yıl 1982 idi. Tarlada çalışıyorduk. Öğle yemeğimizi getirmeye giden arkadaşımız gecikince, çok merak ettik. Saatler sonrasında gelen arkadaşımız nefes nefese kalmıştı. Çok merak ettik ve çok endişendik. Heyecanından yemek getirmeyi bile unutmuştu. Sadece “geliyor” deyip duruyordu. “Bu akşam geliyor, muhtarın evine gideceğiz.” Bunu söyledikten sonra, hızla uzaklaşıverdi yanımızdan. Bizler, neyin geleceğini düşünüp tartışmaya başladık. Yemeği çoktan unutmuştuk.
O gün erkenden bıraktık çalışmayı ve köye döndük. Eve varmadan, muhtarın evinin önündeki kalabalık dikkatimizi çekti. Neredeyse köyün yarısı oradaydı ve izdiham yaşanıyordu. Herkes küçücük pencereye bakıyordu. Pencereye bakıp hiçbir şey göremeyenler bile “ne güzel!” deyip duruyordu. Neydi acaba güzel olan? Sorup durduk ama adını kimse bilmiyordu. Günlerce erkenden işimizi bırakıp muhtarın kapısında biriktik ama küçücük pencerenin yansımasından başka hiçbir şey göremedik.
Sonra aylar geçti aradan. Babamla birlikte köyün ileri gelen birkaç kişisi, bir başka “onu” getirmişlerdi. Hem de 3 adet. İkinci “o” geldikten günler sonrasında, pencerenin öte tarafında bakabilmiştik “o”na. Adı “tele-vizyo”ndu. Büyük bir başarıydı televizyon izlemek. Büyük ve güzel şeyler öğretiyordu televizyon. Öğretici programlar yapılıyordu. Güzel ahlak dersleri vardı. Siyah-beyaz camın ardından, inanılmaz güzellikte renkli dünyalar vardı. Onu doyasıya seyrediyorduk. İlk kez gününde haber alabiliyorduk. Türkçe bilmeden bile kelimesi kelimesine anlayabiliyorduk programları.
Bir de spikerleri vardı televizyonun. Mütevazi ve ahlaklıydı hepsi de. Eski modalı ceketlerinin dört düğmesini de iliklerlerdi. Ellerini önde bağlar, büyük bir samimiyet ve saygıyla konuşurlardı.
Aradan yıllar geçti, uzun yıllar. Şimdi dev ekranlarda ve son model renkli plazma televizyonların ekranlarından izliyoruz o spikerleri. Her birinin de birkaç muhabiri var. Haberleri çok renkli! Bir bakıyorsunuz sokakta kalmış birinin yoksulluğundan söz ediliyor ve yardım kampanyası başlatılıyor. Bir de bakıyorsunuz aynı sokaktaki başka kişinin “cani”liğinden söz ediliyor. Aynı kişi hem vatan haini hem de kahraman olabiliyor. Ülkeyi soyanlar ya da çeteden yargılananlar sempatikleştirilebiliyor. Doğuda “savaş” var diyenleri “terörist” ilan edebiliyor ama Şırnak’taki muhabirine “savaş muhabiri” diyebiliyor. Tamamen komiklikler ülkesi! Türkiye görsel medyası, tamamen şov ve “komik” haberlerle dolu. Hayatımda belki bir tek gün haber saatlerini kaçırmış değilim ama artık neredeyse öğrencilerime bile “haberleri izlemeyin” diyecek hale getirdiler.
Ancak beni en çok üzen ve en çok düşündüren, “deneyimli” medya spikerlerinin ölümü, savaşı ve öldürmeyi ballandırarak anlatmasıdır. Kestik, biçtik mantığıyla hareket edip, insanların şiddete karşı duygularını meşrulaştırmaları da cabası. Çoğu 68 kuşağından gelen bu spikerler, yeri geldiğinde demokrasi, insan hakları ve barıştan bile söz edebiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz, barışı savunuyorlar. Düşünüyorum da, acaba kanı ve öldürmeyi meşru gören ve öldürdüğü insan sayısıyla övünen bu haber spikerleri, nasıl oluyor da demokrasi ve barıştan söz edebilir? Deniz’in, Mahir’in, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Şeyh Bedrettin’in dostu ya da torunu, nasıl oluyor da bombalamayla ve kan dökmeyle övünebilir? Anadolu’nun “kardeşlik” mirasına sahip hiçbir kişi, kardeşini öldürmekle övünemez. Ya da bununla övünen, Anadolu kardeşlik mirasına sahip olamaz.
Silopi merkezde yayın yapan muhabir kişi, kendisini Viyetnam savaşının muhabiri ilan ediyor. Tahrik edici ve öldürmeyi meşrulaştıran cümlelerini ardı ardına sıralıyor. Yani Silopi merkezi hiç bilmeyen biri, Silopi’nin halkının tümünün öldürülmeyi hak ettiğini sanır. Güney’e sınır dışı operasyon için tezkere yeni çıktığında, Yüksekova’ya gidiyorduk.Yüksekova’ya ve Hakkari’ye ortalama 50 km kala. Yeni Köprü’ye varmadan 15 km öncesinde durdurulduk. Çok önemli bir şey oldu sandık. Arabadan indik ve ne olduğuna baktık. Tahmin edin bakalım, ne oluyordu? Fazla düşünmeyin, çünkü 40 yıl düşünseniz aklınıza gelmez. Bir televizyon kanalı çekim yapıyordu. Söylediği cümleler aynen şöyle: “Evet değerli izleyiciler, şimdi K.Irak sınırındayız ve sıfırıncı kilometredeyiz. Mehmetçik, hainlerin izini buldu ve onları takibe aldı.” Allahtan görüntülerde asfalt yol görünüyordu. Koskoca Türkiye’den bir tek kişi bile çıkıp, “Peki K.Irak sınırındaysanız, görüntülerde ‘Hakkari 50’ diye yazan tabelanın orada işi ne?” diye sormadı.
Eğer haber sunmak ve habercilik yapmak “tarafsızlık” ilkesinden saparsa, yalan ve seviyesizlik başlar. Bu da basını basitleştirir ve etikten uzaklaştırır. Dünyanın neresinde olursa olsun ve kim olursa olsun, haberi yapılan bir kişi, grup ya da halk, incitilmeden ve saygınlıktan çıkarılmadan anlatılmalı. Büyüklük ve doğruluk budur. Yok eğer tahrikçi ve taraflı bir zihniyetle haber yapılacaksa, bence Türkiye’deki iletişim fakülteleri kapatılmalıdır. Çünkü haber hakkı, bütün insanlar için kutsaldır ama haberi yapılanlar çok daha kutsaldır.
Bu arada unutmadan, haberlere az kala, sağ alt kısımda gösterilen ve hızlıca işleyen saatleri iyi ayarlıyorlar; haklarını yememek lazım. Ama galiba kardeşlik ve barış saatimiz hızlıca işliyor. Buradan bütün Türkiye’ye, özellikle de haber spikerlerine sesleniyorum: Şimdi nasıl ki Mussuloni ve Hitler’in soyluları onlardan tiksiniyorlarsa, bir gün savaşı ballandırarak anlatanların torunları da tarih önünde onları yargılayacaklardır. Atalarımız bizlere tertemiz bir toprak ve sevgi temelli bir kültür bıraktılar. Bizler ise, öldürdüklerimizin ve yetim bıraktıklarımızın isimlerini çocuklarımıza miras olarak bırakıyoruz. Bundan herkes ürkmeli. Erdemli insan, öldürdüğüne bile saygı duymalı. Bizler, dağ kanunlarından bunu öğrendik.
Haber, kutsal bir değerdir ve insanların en doğal haklarından biridir. Ama haber verenler bu kadar duyarsız, savaşçı zihniyette ve kirli kültür sahibi olmamalıdırlar. Bir gün de barış mesajları vermeyi denesinler, bir gün de birbirine karışan tavukların öykülerini anlatsınlar. Bir gün de dillerin ve renklerin ortak mirasından söz etsinler. Bu ülkenin güzellikleri de var. Sadece yaz aylarında birkaç turistin çıplak vücutlarını göstermekle bu ülkenin güzelliklerini anlatamayız. Bu, öncelikle spikerlere düşüyor.
Son zamanlarda, savaş çığırtkanlığı yetmiyormuş gibi, bir de kültüre saldıran diziler çıktı. Şimdi bütün dünyaya Van’ı sorsanız kahvaltısından, kalesinden, gölünden, kedisinden bahseder. Ancak Türkiye medyasına sorsanız, Van uyuşturucu merkezi, kaçakçılığın başkenti…
Bir ülkenin ahlakı, o ülkenin medyasının ahlakıdır. Medya eğer bu ise, ahlakı sorgulamak lazım.
Hadi dizileri yapanları anladık diyelim. Peki bu kadar çok şey yaşandı bu ülkede ve yaşanıyor. Bu insanlar neden uyanmadı hala? Hala savaş çığırtkanlığı yapan dizileri izleyen insan sayısı bu kadar fazla iken, barış nasıl gelecek bu topraklara?
Bu yazıyı okuyan herkese sesleniyorum: İzlemeyin bu dizileri. İzlemeyin ve savaşa hizmet etmeyin…
Son sözlerim yönetenleri için… Şöyle bir tarih sayfalarını karıştıralım lütfen. Yeryüzünün bütün savaşları barışla noktalanmamış mıdır? Şimdiye kadar savaşı barışla noktalanmış olan hangi ülkenin yöneticileri yadırganmış ya da yargılanmıştır? Ya da en büyük kahramanlar, barışı yaratabilenler olmamış mıdır? Şöyle bir bakalım Türkiye tarihine. Kaç aydın verdik bu uğura? Kaç değerli insan yitirdik? Yüzyıllarca bu halkların gönüllerini fethedersiniz ve yüzyıllarca kahramanlaşırsınız. Okula giden herkes, size imrenecek. Bütün ders kitaplarında adınız geçecek. Onlarca çocuğun ismi olacaksınız. Motivasyon öykülerinin baş kahramanı olursunuz. Masallardaki gibi. Evet cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, yazarlar, öğretmenler, doktorlar, öğrenciler… bu masalın kahramanı olmak isteyen yok mu, bu ülkede?
Türkiye, dünya coğrafyasındaki en can alıcı noktalardan birinde. Bu can alıcı noktanın da yüreği, bizlerin yürek ışıltısı. Hepimiz Türkiye’nin yüreği olmayı başardığımızda, Türkiye de dünyanın yüreği olacaktır. Ne zaman mı? Şimdi…
Fark etmek için şimdi… Kollarınızı açın, haydi kardeşiniz geliyor. Ben koşmaya başladım bile. Elimde sadece “barış” sancağı. Açın kollarınızı, açın yüreğinizi. Size sıkıca sarılayım. Benim insanlarım, sevin beni, okşayın saçlarımı. Ben yüzyıllardır kardeşinizim. Mezopotamya’yım ben. Öldürmeyin beni ve üzmeyin şarkılarımı. Ben ve sen bir bütün olalım. Sonsuza dek…